Uzuuun bir yolculuğun ardından (ki 2 gün sürdü ve Malezya'nın da ucunu görmüş oldum) Phnom Penh havalimanına inince, bir de üstüne üstlük daha hemen çıkışta internet paketi (Cellnet 7,5 GB 10 dolar; nefis!) satan kioskları görüp, dahası Sihanoukville yolculuğu için daha ilk taksiciyle 60 dolara anlaşınca rahat bir nefes aldım.
3 saat yol yapacağım ama en azından Lexus marka klimalı nefis bir arabada olduğumdan fazla sorun etmiyorum. En büyük eğlencem de şoförün her on dakikada bir birileriyle telefonda konuşup Kemal Sunal gibi gülmesi. Şöyle ki: Cam Caaaam akun punpun hıhıhıhı... Gişelerden geçtiğimizde otoyola çıktığımızı sanıyorum, ama yine iki şeritli yolda ilerliyoruz. Tek eğlencem şoförün kıkırdaması, çünkü öylesine dümdüz ve uçsuz bucaksız bir toprak parçasında ilerliyoruz ki neredeyse dünyanın düz olduğuna ikna olacağım. Beyaz toprak üzerinde geniş aralıklarla upuzun palmiyeler düşünün; sanki sonsuzluğa uzanıyorlar. Neyse ki arada bir yol kenarına kurulmuş köyümsü yerleşim birimleri görüyorum da camı açıp Gopro çekimleri yapıyorum. Yol iki şerit olduğundan ve sürü halinde kamyonla dolu olduğundan yol iyice uzuyor.
3 saat sonunda otelin kapısına varıyorum. Ve arkadaşlarımla buluşuyorum. Queenco, buranın en büyük kumarhanelerinden biri. Ama öyle beş yıldız falan değil. İyi niyetli bir 3 yıldız, diyebiliriz. Yine de sahili çok güzel. Karşıdaki adaya bağlanan koca köprüyü sorunca ilginç de bir hikaye dinliyorum: çok zengin bir Rus adayı kiralamış ve köprüyü de kendisi yapmış. En az iki kilometrelik bir boğaz köprüsünden bahsediyorum. Haftaya da adada 1.000 kişilik bir parti düzenlenecekmiş. Oh yeah...
Gün batımını twitterda kayıt altına aldıktan sonra son margaritamı içiyordum ki birden muhteşem gün batımı, muhteşem deniz, sessiz sakin, huzurlu dünya gitti, yerine patlayan silahlar geldi. Şaka yapmıyorum; oturduğum yerin diğer ucunda oturan bir grup, kamuflaj kıyafetli 3 tip tarafından tabancayla saldırıya uğradı. Tam ortada başka bir ailenin çoluk çocuk dans ettiğini falan düşünün. Havai fişeği mi patlatıyorlar diye bile düşünmeye fırsat kalmadı. Çünkü saldırıya uğrayanlardan bir tanesi kaptığı bir sandalyeyle kendini koruyarak bana doğru koşarken, kamuflaj kıyafetli, ucu fenerli tabancalı bir Rus da haliyle üzerime üzerime geliyordu. İtiraf ediyorum: aslında acar bir blogger olsaydım, derhal kameraya sarılmam gerekirdi, ama insan resmen donakalıyor. Altına etsen fark etmezsin, o kadar yani. Baktım etrafımdaki herkes kaçışıyor, ben de kendimi spa salonunun camlı kapılarından içeri attım. Adam silahı doğrultmuş bir şekilde, azimli adımlarla önümden geçip gitti. Ardında da diğer ikisi.
Sonrası daha da keşmekeş. Otelin etrafında birbirlerini kovalıyorlar, herkes çil yavrusu gibi oradan oraya kaçışıyor, ortada dans ederken korkuyla kumsaldaki gölgelere saklanmak zorunda kalan ailenin büyükannesi sanırım yaralanmış, saldırıya uğrayanlardan birinin karnında yumruk büyüklüğünde kanlı bir leke var... Kafayı yersiniz. Bu arada saldırıya uğrayanlardan biri dev gibi bir adam. Öfkeden öylesine köpürüyor ki dev adımlarla ve görmeyen gözlerle insanların üzerine yürüyor, ağzından köpükler saçarak bağırıp çağırıyor, tabii ki yoluna çıkan bizler de yine çil yavruları gibi kaçışıyoruz.
Artık komiğime gittiğinden eğlenmeye başladığımda dev adam da rahatlamış olmalı ki barda duran bir bardak birayı alıp kafaya dikti. Sonrasında öğrendiğim kadarıyla (çok az İngilizce konuşsa da derdini anlattı) dev adamın adı Konstantin ve kendisini Tanrı olarak ilan ediyor. Öyle bir şey işte. Polisler gelip olay yerini şeritlerle çevirdiler, sonra daha çok polis neredeyse kamyonla gelip otelin etrafını uç bucak kontrol etti.
Biz de akşama Serendipity denen merkezde geçirmek üzere devam ettik. Serendipity, bildiğiniz Gümbet'in uzakdoğu hali. Sahil de aynı şekilde plaj ve barlarla dolu. Ateşli çubuklarla poi dansı yapan çocuklar, kendini içkiye (ve dahi bilimum rahatlatıcılara) boğan gençler, müzik vesaire.
Bir margaritaya margarita eklediğim sırada kulağımın dibinde yine bir şeyler patlamasın mı? Nasıl sıçradığımı bilmiyorum. Güzelim margaritamın birkaç damlasını yerlere saçmış olabilirim. Neyse ki bu sefer ki kıyıdan pervasızca atılan havai fişekleriydi. Gece uyumak için Margaritanın yeterli olmayacağına kanaat getirip, gün boyunca önerilen ottan iki nefes çektim ve kendimi yarıda kalan düşünceler deryasına saldım. Sonrasını hatırlamıyorum.
Gazeteden okuduğumuz kadarıyla çatışma iki Rus grubu arasındaki uzatmalı çekişmeden kaynaklanıyormuş. Sanırım ada sahibi Rus'la bir alakası var. Patlayan silahlar plastik mermiliymiş, karnı kanayan adam da sanırım kırık bir cam parçasıyla yaralanmış.
Burada fazla kalacağımı sanmıyorum, belki yarın adaya geçeceğim. Sonrasında yavaş yavaş yola çıkarım. Çünkü Mekong nehrinde küçük bir yolculuk fikri beni fena heyecanlandırıyor. Üstelik Phnom Penh düşündüğümden de güzel bir şehirmiş. Bakalım artık...
3 saat yol yapacağım ama en azından Lexus marka klimalı nefis bir arabada olduğumdan fazla sorun etmiyorum. En büyük eğlencem de şoförün her on dakikada bir birileriyle telefonda konuşup Kemal Sunal gibi gülmesi. Şöyle ki: Cam Caaaam akun punpun hıhıhıhı... Gişelerden geçtiğimizde otoyola çıktığımızı sanıyorum, ama yine iki şeritli yolda ilerliyoruz. Tek eğlencem şoförün kıkırdaması, çünkü öylesine dümdüz ve uçsuz bucaksız bir toprak parçasında ilerliyoruz ki neredeyse dünyanın düz olduğuna ikna olacağım. Beyaz toprak üzerinde geniş aralıklarla upuzun palmiyeler düşünün; sanki sonsuzluğa uzanıyorlar. Neyse ki arada bir yol kenarına kurulmuş köyümsü yerleşim birimleri görüyorum da camı açıp Gopro çekimleri yapıyorum. Yol iki şerit olduğundan ve sürü halinde kamyonla dolu olduğundan yol iyice uzuyor.
3 saat sonunda otelin kapısına varıyorum. Ve arkadaşlarımla buluşuyorum. Queenco, buranın en büyük kumarhanelerinden biri. Ama öyle beş yıldız falan değil. İyi niyetli bir 3 yıldız, diyebiliriz. Yine de sahili çok güzel. Karşıdaki adaya bağlanan koca köprüyü sorunca ilginç de bir hikaye dinliyorum: çok zengin bir Rus adayı kiralamış ve köprüyü de kendisi yapmış. En az iki kilometrelik bir boğaz köprüsünden bahsediyorum. Haftaya da adada 1.000 kişilik bir parti düzenlenecekmiş. Oh yeah...
Gün batımını twitterda kayıt altına aldıktan sonra son margaritamı içiyordum ki birden muhteşem gün batımı, muhteşem deniz, sessiz sakin, huzurlu dünya gitti, yerine patlayan silahlar geldi. Şaka yapmıyorum; oturduğum yerin diğer ucunda oturan bir grup, kamuflaj kıyafetli 3 tip tarafından tabancayla saldırıya uğradı. Tam ortada başka bir ailenin çoluk çocuk dans ettiğini falan düşünün. Havai fişeği mi patlatıyorlar diye bile düşünmeye fırsat kalmadı. Çünkü saldırıya uğrayanlardan bir tanesi kaptığı bir sandalyeyle kendini koruyarak bana doğru koşarken, kamuflaj kıyafetli, ucu fenerli tabancalı bir Rus da haliyle üzerime üzerime geliyordu. İtiraf ediyorum: aslında acar bir blogger olsaydım, derhal kameraya sarılmam gerekirdi, ama insan resmen donakalıyor. Altına etsen fark etmezsin, o kadar yani. Baktım etrafımdaki herkes kaçışıyor, ben de kendimi spa salonunun camlı kapılarından içeri attım. Adam silahı doğrultmuş bir şekilde, azimli adımlarla önümden geçip gitti. Ardında da diğer ikisi.
Saldırı tam karşı uçta oldu |
Artık komiğime gittiğinden eğlenmeye başladığımda dev adam da rahatlamış olmalı ki barda duran bir bardak birayı alıp kafaya dikti. Sonrasında öğrendiğim kadarıyla (çok az İngilizce konuşsa da derdini anlattı) dev adamın adı Konstantin ve kendisini Tanrı olarak ilan ediyor. Öyle bir şey işte. Polisler gelip olay yerini şeritlerle çevirdiler, sonra daha çok polis neredeyse kamyonla gelip otelin etrafını uç bucak kontrol etti.
Biz de akşama Serendipity denen merkezde geçirmek üzere devam ettik. Serendipity, bildiğiniz Gümbet'in uzakdoğu hali. Sahil de aynı şekilde plaj ve barlarla dolu. Ateşli çubuklarla poi dansı yapan çocuklar, kendini içkiye (ve dahi bilimum rahatlatıcılara) boğan gençler, müzik vesaire.
Bir margaritaya margarita eklediğim sırada kulağımın dibinde yine bir şeyler patlamasın mı? Nasıl sıçradığımı bilmiyorum. Güzelim margaritamın birkaç damlasını yerlere saçmış olabilirim. Neyse ki bu sefer ki kıyıdan pervasızca atılan havai fişekleriydi. Gece uyumak için Margaritanın yeterli olmayacağına kanaat getirip, gün boyunca önerilen ottan iki nefes çektim ve kendimi yarıda kalan düşünceler deryasına saldım. Sonrasını hatırlamıyorum.
Gazeteden okuduğumuz kadarıyla çatışma iki Rus grubu arasındaki uzatmalı çekişmeden kaynaklanıyormuş. Sanırım ada sahibi Rus'la bir alakası var. Patlayan silahlar plastik mermiliymiş, karnı kanayan adam da sanırım kırık bir cam parçasıyla yaralanmış.
Burada fazla kalacağımı sanmıyorum, belki yarın adaya geçeceğim. Sonrasında yavaş yavaş yola çıkarım. Çünkü Mekong nehrinde küçük bir yolculuk fikri beni fena heyecanlandırıyor. Üstelik Phnom Penh düşündüğümden de güzel bir şehirmiş. Bakalım artık...
Yorumlar
Yorum Gönder