SIEM REAP: SÜRPRİZLERLE DOLU BİR ŞEHİR


Açıkçası şehre ilk girişten pek etkilenmedim. Hatta henüz gelmemişlik hissi otele yerleşip dışarı çıkana kadar devam etti. Evet, tuktukla şehrin ortasındaki nehrin yanından uzunca bir süre yolculuk ettim etmesine, ama içinden dere ya da nehir geçen o kadar çok şehir gördüm ki insan ilk bakışta etkilenmiyor.


Ve fakat şehri keşfe çıktığım anda anladım ki gizli bir cevherle karşı karşıyayım. Mesela kaldığım otel (Chompei Khmer) adeta bir sanayi sitesinin hemen başında, iki adımda nehir kenarına varıyorsun ve dünya birden değişiveriyor. Nehri iki yakadan gölgelendiren dev ağaçları fark ediyorsun önce, sonra gözden kaçacak kadar sade, ama bir o kadar da iddialı oteller, restoranlar, binalar çarpmaya başlıyor gözüne.



Sanat, İksir ve Metafor Dükkanı...
Resmi büyütüp kapıdaki yazıyı okuyun bence :)





Dahası nehir kenarıyla yetinmeyip ara sokaklara dalınca, yepyeni bir dünya keşfetmeye başlıyorsun. Caddeler geniş geniş, Fransız etkisi burada da var. Ama Phnom Penh'den farklı olarak, Fransız ruhu gizlenmiş aralara derelere. Gizlenmiş diyorum, çünkü Fransızların aksine gösterişsiz bir iddia, tatlı bir zarafet her köşe başında karşınıza çıkabiliyor.

Her asya kentinde Night Market vardır mesela; çapulcu pazarı gibidir, incik boncuk, turistik eşyadan tut elektronik ve el fenerine kadar birçok şey satılır. Oysa Siem Reap'taki yine sade bir şıklığa sahip. Gördüğüm en temiz, en rahat, en şık, tacizin en az olduğu gece pazarı olduğunu söyleyebilirim.




Mesela yine her asya kentinde karşınıza çıkacak bir Walking Street ya da Pub Street keşmekeşi vardır. Burada da var. Fakat daracık bir ara sokağa girdiğinizde, New Orleans'ta çekilmiş bir Hollywood filmi bar sahnesinden fırlamışçasına Miss Wong'la karşılaşıyorsunuz. Nefis kokteylleri, harika caz tarzı müziğiyle (bazen canlı, bazen banttan) yine hayranlıkla sürprizi bağrınıza basıyorsunuz. Üstelik menüde olmadığı halde benim için harika margaritalar hazırladılar. (Dipnot: Miss Wong, Vladimir Tretchikoff'un bir tablosunun adı. Tablodaki aslında Valerie Howe adında bir kadın. Asya-Fransız karışımı bir melez. Ressam annesine benzediği için bu resmi yapmak istemiş. Bar, adını bu tablodan alıyor işte.)



Ana caddenin ötesinde ne var diye merak etmeden duramıyorsun, devam ediyorsun. Ahşap ve neredeyse ilkel barakaların arasından nefis bir bambu oteli çıkıyor karşınıza. Ya da kıpkırmızı bir yolun iki yanına dizilmiş güzel evler. Ya da bir anda turistlerin yoğunlaştığı, çalışan kızların kıkır kıkır kahkahalar atarak servis yaptığı yerel bir restoran. Ya da müthiş şık bir böcek restoranı...


Bugs Cafe'yi böyle keşfettim. Kamboçya'ya gelmeden önce örümcek kızartması gibi yiyeceklerin yerel mutfakta olduğunu biliyordum, ama alenen göze çarpacak bir alışkanlık olduğunu söyleyemeyeceğim. Yine de bulursam yemeye karar vermiştim. Böylece keşfimin ertesi akşamı sofraya kuruldum. Restoranın sahibi genç bir kadın. Gelenleri önceden yüreklendirmeye alışmış, ben de oyunu bozmadım, yüreklendirmesine izin verdim. Menüyü bir önceki akşam kapı önünde incelediğimden bir Starters Plate ve şimdi adını hatırlayamadığım mavi renkli bir kokteyl sipariş ettim.




Numara yapmıyorum, evet, yedim :)
Her şeyden önce sanırım sunum bu kadar seksi olmasaydı, yemekte zorlanırdım. Örümcekler, akrepler, karafatmalar, ipek böceği lavraları, çekirgeler önümdeydi. Kırmızı karıncalar, çöreğin içinde saklıydı. Ama tabak o kadar renkli ve seksi görünüyordu ki böcekler arada kaynayıp gidiyordu.

Sonuçta hepsini yedim. Hatta kadın tabağımı görünce şaşırdı, "Aaa hepsini yemişsin," dedi. Annemin beni iyi yetiştirdiğini, bu yüzden tabakta yemek bırakmadığımı söyleyerek durumu kurtarmaya çalıştım. Hem kokteyl de çok sertti, biraz yemekle yumuşatmam gerekmişti. İtiraf etti; tarifinde alkol olmayan tek içecek Sprite'tan sadece birkaç damla varmış. Değerlendirmem gerekirse (ki sigaradan dolayı damak tadı konusunda pek iyi değilim) böceklerin kendilerine has bir tadı olduğunu söyleyemem. Restoranın sahibi, özellikle akrebin güçlü bir tadı olduğunu iddia etse de sanırım asıl önemli olan soslar, sunum ve tabii ki yanında içeceğiniz güçlü bir kokteyl.

Siem Reap'ta şöyle bir şey daha var: insanız, her gün aynı hissetmiyoruz, gün geliyor nemrut kalkıyoruz yataktan, kimi gün ateş parçasına dönüşüyoruz. Siem Reap, sanki ruh halinize eşlik ediyor. Hüzünlendiğinizde hüzünleniyor, güldüğünüzde sizinle birlikte gülüyor. Şimdi yazarken bile, bunu keşfettiğim anda olduğu gibi tüylerim diken diken oluyor. Anlatılmaz yaşanır.


Özetle ayrılma vakti yaklaştıkça Siem Reap'ı içime almak istedim. O kadar sevdim yani. Yalnız da gidilir, çok iyi vakit geçireceğinizden emin olduğunuz birkaç arkadaşınızla da. Süper lüks spa otellerde de kalabilirsiniz, salaş otellerde de. Sokak kenarındaki yerel lokantalarda yemek yiyebilir, bir sonraki yemeğinizi şık bir böcek restoranında alabilirsiniz. İster Pub Street'te Angkor birası tüketir, ister sessiz sakin bir caz barında takılabilirsiniz. Sonuç değişmiyor; Siem Reap'ta sürprizler hiç bitmiyor.

Bu sefer kalbimi Siem Reap'ta bıraktım anlayacağınız.

Not: Bu yazıyı yazarken, bu kadar ballandıra ballandıra anlatmalı mıyım diye çok düşündüm. Şehrin bakirliği ve güzelliği o kadar çarpıcı ki bir sonraki gidişimde, bozulduğunu görmeyi hiç istemem. Çünkü yine gideceğim. Siz de giderseniz, lütfen masumiyetini bozacak bir şey yapmayın da o güzel ruh korunsun. Ciddiyim.


Yorumlar