KÜÇÜK ŞEYLER VE MINTIKA

Hayranlıkla seyrettiğim sahnelerden biridir...



Poşet otistik bir müzik eşliğinde rüzgarla oradan oraya dans eder, kamera onu takip eder, iki genç hipnoza girmiş gibi televizyonda bunu seyreder, tabii biz de seyrederiz... Doğallık ve yapaylık, hareket ve hareketsizlik, depresyon ve umut, küçüklük ve büyüklük... Hemen tüm zıtlıklar bu sahnede toplanmış gibidir... American Beauty filminden bir sahne... Filmi çok severim ayrı, ama bu sahne müthiş...

Tarkovski'ye göre mıntıka "yürek titreten arzuların gerçekleştiği yer" olabilirken, Auden'e göre mıntıka özetle "gittiğimizde değiştiğimiz yerdir." Geoff Dyer, Auden'den yola çıkarak mıntıkayı "yuva olarak tanımlıyor. Cezmi Ersöz ise

nereye istersek oraya gideriz, 
haritanın yırtılan yerine,
havagazını ve pencereleri açıp sevişiriz,
nereye istersek oraya gideriz...

diyor.

Bana göre mıntıka tüm bunların karışımı... Gündelik yaşamda küçük ya da alakasız oldukları için algılayamadıklarımızın büyüdüğü bir yer mıntıka belki de... Kendi içine dönüyormuş gibi yapıp küçük şeylerin farkına varmaya başladığın yer...

İşte Alper Canıgüz'ün Oğullar ve Rencide Ruhlar kitabını okurken, yine böylesi bir mıntıkaya rastladım. (Diğer romanı GizliAjans için tıklayın.) Roman yazarın ters köşeleri seven kaleminden 5 yaşında "büyümüş de küçülmüş" bir dedektifin hikayesini anlatıyor. Mahallede işlenen bir cinayeti çözecek kişi tabii ki ölümle dalga geçen bu ufaklıktan başkası değildir.

İşte romandaki mıntıka... 
Sevdiğiniz birinin ölümü, örneğin, yüzleşmenizi sağlayabilir kendinize söylediğiniz yalanlarla. Ya da ananızdan yediğiniz okkalı bir dayak. Üstelik, siz ananızın canınıza okumak için haklı duygusal gerekçeleri bulunduğuna inanmaya hazırlanırken, içinizi parçalayan onun gözü dönmüşlüğü değil, beyninizi zedelememek için sopayı sadece kollarınıza ve bacaklarınıza indirecek kadar düşünceli davranması olabilir. Nihayet onun elinden kurtulup kendinizi odanıza attığınızda pencereden giren akşam güneşinin ışığında neşeyle dans eden tozlar dört bir yana dağılır. Onların huzurunu kaçırmak sizi öyle çok üzer ki, içiniz feci bir dışlanmışlık duygusuyla dolar. Birden gözlerinize yaşlar hücum eder. Bu küçük sevimli yaratıkların sizden korkmasını hazmedemezsiniz. İki saatlik dayak seansına gık demeden katlanan siz, yere kapanıp zırıl zırıl ağlamaya başlarsınız. Sonra bir toz tanesi gelip parmağınızın üzerine konuverir. Usulca oynatırsınız parmağınızı. Hala oradadır. Derken diğerleri ona katılırlar. Yerde yatarken üzerinize toz tanecikleri yağar. Sırt çevirdiğiniz hayat o noktada sizi kucaklarken hıçkırıklarınız fraktal bir dans müziğine dönüşür... Bir gün toz zerrecikleri sizi bağrına basarsa, bilin ki ya nirvanaya ulaştınız ya da çıldırdınız. Hangisi olduğuna kendiniz karar vereceksiniz.
Poşetlerin ve tozların dansı ve şuurla şuursuzluğun arasındaki çizginin ortadan kalktığı mıntıka...

Müthiş...

Yorumlar